İsterseniz eğitim sistemi deyin, isterseniz eğitim politikası… Ne söylersek söyleyelim eğitimle alakalı mazide yapılan bir hata, hal-i hazırı etkilediği gibi müstakbeli de bir o kadar etkileyecektir. Bu yüzden eğitimde yaşanan en cüz’i bir problemin kelebek etkisiyle hayatın her safhasını etkilediğini düşünürüm. Bu yüzden eğitim sistemimizin müspet ve menfi yönlerini toplumun, kültüründen, bilgi düzeyinden, yaşam tarzından bağımsız düşünemeyiz. Şairimizin “Halk içre bir âyineyim herkes bakar an görür/ Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaban görür.” dediği gibi aslında halimiz aynamızdan yansıyanlardan ibaret. Türk eğitim sistemi maalesef Tanzimat’tan bu yana hep sancılı bir süreç yaşamıştır. Cerrahi müdahalelerle iyileşebilecek yaralarımız maalesef yıllarca pansuman tedavileriyle çözülmeye çalışıldı. Topyekûn problemleri çözme noktasında proaktif bir anlayışla her ne şart altında olursa olsun riski alarak eğitimin yaralarına neşter atmamızın vakti geldi sanırım. On sekiz milyon öğrencisi olan bir ülkede elbette eğitimin sorunsuz olmasını beklemek safderunluk olur. Mesele sorunlar yumağını en asgariye indirebilmek meselesidir. Topu öğrenciye ya da öğretmene yükleme yerine vizyoner bir eğitim sistemi oluşturarak sorumluluğu herkesin paylaşması gerekir. Milli Eğitim Bakanlığının son dönemde başlattığı“ Bir milyon öğretmen, bir milyon fikir” aslında içerisinde eğitim sisteminin sorunlarını ve çözüm önerilerini barındıran önemli bir projedir. Yıllardır eğitimin içerisindeki biri olarak önemli gördüğüm bazı sorunları ve çözümlerini sizlerle paylaşmak isterim. Kuşkusuz bunlardan bir kısmı istenen düzeyde olmasa da çözülmeye çalışılıyor. Bu çalışmanın amacı sadece üzüm yemektir. O halde neler yapılabileceğine gelin birlikte bakalım.
- Eğitim Sistemindeki Sorunları Çözme Komisyonu/Kurulu (ESSÇK)
Toplumun tüm kesimleri, devletin tüm kurumları eğitimle doğrudan ya da dolaylı bir ilintiye sahip olduğuna göre çözümün daha üst konumdaki bir birim tarafından yürütülmesinin daha doğru olacağı kanaatindeyim. O halde bu işte hangi kurumlar, hangi faktörler devreye girecek, neticede belirlenen sorunların çözümünü bir elden kim/kimler yürütecek? Sorusuna bir cevap verilmesi gerekir. Kanaatime göre cumhurbaşkanlığı nezdinde uzmanlardan müteşekkil, “Eğitim Sistemindeki Sorunları Çözme Komisyonu/Kurulu (ESSÇK)” oluşturulmalı, oluşturulan komisyon marifetiyle toplumun tüm aktörlerinden (akademisyen, idareci, öğretmen, öğrenci, veli, vb) gelen sorunlar ve çözüm önerileri bir havuzda toplanmalıdır. Bu konuda diğer ülkelerin eğitim sistemleri de didik didik edilmeli, başarılı yönleri ele alındıktan sonra her bir sorunun çözümüne adım adım geçilmelidir. Bu komisyonun/kurulun kimlerden oluşacağı, nasıl ve ne şekilde çalışacağı ile ilgili usul ve esaslar/yönergeler oluşturulmalıdır. Bu yöntemle belki de sorunlarımızın üzerine kaplumbağa hızıyla gidilmiş olacak ancak ilânihaye hedefe rotayı şaşırmadan emin adımlarla ulaşılması sağlanacaktır.
- Değerler Eğitimi
Osmanlı devletinin son zamanlarında Ahmet Cevdet Paşa (19. Asırda yaşamış önemli bir devlet adamı, hukukçu, tarihçi, şair) tarafından hazırlanan mecelle kanunu (Medeni hukuk) ülkemizde 1926 yılına kadar mevcudiyetini korumuş hatta Lübnan, Suriye, Irak gibi ülkelerde uzun bir süre daha da varlığı sürdürebilmiştir. Osmanlı’da şer’i mahkemelerde hukuki bir dayanak olarak kabul edilen Mecellede öyle bir cümle var ki yaralarımıza bir deva niteliğinde. Bu yüzden ikinci yapılması gereken adım olarak değerler eğitimini koydum. Sabık kanunda geçen, “Def-i mefasid celb-i menafiden evladır./Zararı yok etmek, fayda sağlamaktan iyidir.” sözü alelade söylenmiş bir söz değildir. Hukuki bir terim olarak da nitelendirebileceğimiz bu ifadede kadim bir devletin hayat tecrübesini görebiliyoruz. Aynı anda fayda ve zarar mukayesesi yapmak ve gerektiğinde önceliğimizi belirlemek için bu cümlenin gölgesine rahatlıkla sığınabiliriz. Şayet her hangi bir durum karşısında aralarında bir illiyet bağı yoksa o takdirde fayda ve zararı ayrıca değerlendirmek gerekir. Mecelledeki bu kaidenin iz düşümlerini hayatın her safhasında görebilmemiz mümkün. İsterseniz değişik örneklendirmelerle zihnimize takrip etmeye çalışalım. Güncel bir örnek verecek olursak korona virüsünden korunmak için camilerin ibadete kapanmasıyla belki cemaat sevabından mahrum olduk ancak öbür taraftan bize emanet olarak verilen vücudumuzu bir takım zararlardan da korumuş olduk. Sevap kazanayım diye istenilen borcunu ödemeyip birilerine borç vermek alkışlanacak bir durum değildir. Zira birinde sevaptan mahrum olma durumu varken diğerin de başkasının hakkına girme tehlikesi/zarar görme söz konusu. Başka misallerle konuyu renklendirelim. İçkiyi terk etmeden namaz kılmaya devam etmek delik bir kaba su doldurmaya benzer. Önce içkiyi terk etmek ardından namaz kılmaya başlamak gerekir. Harama giden yolları kapamak nafile bir ibadetten daha önemlidir. Haddi zatında bir haramı terk etmek sevap (yarar) sağlamadığımız anlamına da gelmez. İbadete giden yolları açmak, zorlaştıran sebepleri ortadan kaldırmakta sevap(fayda) olarak hanemize yazılır. Sağlık açısından sıhhatimizin bozulmaması için perhiz yapmak en leziz yemeklerden mahrum olmaktan daha mantıklı değil midir? Ev alacağınız bir muhitten size ya da ailenize zarar gelme ihtimali varsa akıllıca olanı öncelikle oradan ev almamaktır. Kurumunuzda çıkan bir yangında arşiv belgelerinizi kurtarmayla canınızı kurtarma arasında kaldığınızda elbette ki canınızı kurtarmayı öncelersiniz. Kapıyı kapatmadan sobayı yakmanın kime ne faydası olabilir? Önce kapıyı kapatmak, sonrasında soba yakılmak en isabetli davranış olsa gerek. Şimdi değişik alanlardan örnekler verdiğimiz Mecelle ile ilgili kaidenin eğitim paradigmamıza da yansıtılabileceği kanaatindeyim. Önce milli eğitim bakanımız Ziya Selçuk’un bir televizyon programında anlattığı sözlere kulak verdikten sonra konuşmasından hareketle meseleyi izah etmeye çalışalım. Sayın bakanımız özetle şöyle söylemekte:
“Bu toplumun genleriyle oynamaya kalkışmayın. Eğer genlerini bozarsanız bir daha düzeltemezsiniz. Öğretmen ve öğrenci arasında bir tartışmadan dolayı veli soluğu okulda alıyor. Koridorda gördüğü öğretmene başlıyor hakaretler yağdırmaya. Öğretmenimizde gayet kibar bir şekilde diyor ki “Beyefendi siz çocuğunuzun bana ne dediğini duysanız bana hak verirsiniz. Bana öyle küfürler etti ki ben bir öğretmen olarak müdahale etmek zorunda kaldım. Yani sözlü olarak uyardım.” Veli bunun üzerine öğretmenimize dönerek,
“Sen ne öğretmenisin?” diye sorar.
“Matematik öğretmeniyim.” Cevabını alınca,
“O zaman git öğretmenliğini yap diğer şeylere karışma.” der.
Bakanımız bunun üzerine kendi kanaatini söylemekten geri durmaz. “Allah aşkına bir öğretmenin işi sadece matematik anlatmak mıdır. Fen anlatmak mıdır…?”
Son derece yerinde bir tespit. Veli, öğretmen, öğrenci ve yönetici algılarımızı yeniden gözden geçirmemiz icap ediyor. Velilerimizin çocuklarının davranışlarından ziyade sadece akademik başarılarına yoğunlaşmış olmalarını bir tehlike işareti olarak kabul edebiliriz. Okullarda denetim sonrası yapmış olduğum toplantılarda öğretmenlerimizin sıkça dillendirdikleri bir konu var. “Hocam velimize çocuğunun on tane olumsuz davranışını bunun yanında matematiğinin de kötü olduğunu belirttiğimde velimizin on yanlış yerine ilgilendiği tek hususun matematik dersi olduğudur.” Bu misal bazı insanların, insana insan odaklı bakmadıklarını, çocuklarının ruh ve mana kökleriyle at terbiyecisi kadar bile ilgilenmediklerini göstermektedir. Üstadın “Nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder.” Sözü imdadımıza yetişir. Eğitim sistemimize katkı sunan bu perspektifle eşyanın başkalaşması bambaşka bir şeydir. Picasso’nun yapmış olduğu bir tablo sanat cihetiyle milyonlarca dolar ettiği halde kullanılan malzeme cihetiyle 5-10 liradır. Sanat değeri olan bir testi antikacılar çarşısında yüksek bir fiyata müşteri bulduğu halde hurdacılar çarşına düştüğünde gayet düşük bir fiyata satılmaktadır. Testiye madde cihetiyle bakıldığında kıymeti düşer. Aynen bu misal gibi insanda Allah’ın bir sanatıdır. İsimlerinin tecelligâhıdır. Et ve kemikten çok öte bir şeydir. Şairin “Bu âdem dedikleri el ayakla başta değil/ Âdem manaya derler suret ile kaş değil.” dediği gibi insanın sevgi, merhamet, aşk, adalet, akıl ve beden itibariyle de göz, kulak, dil ve sair azalarının sanatça pek çok çok yönü bulunmaktadır. Varsın başkaları insan denen sanatın posasıyla ilgilene dursun. Fakat bizler eğitimciler olarak, antikacılar çarşısındaki sanatkârlar gibi insan denen varlığın posasından ziyade en evvel ruhuyla ilgilenmemiz gerekmektedir. İnsana insan odaklı baktığımızda şaşı bakıştan, öğrencileri test makinası olarak gören anlayışlardan kurtulabiliriz. Öğrencilerimizin ruhsal/duyuşsal, psiko-motor, bilişsel ve diğer bütün gelişim alanlarına hitap etmemizle ancak sağlam nesiller yetiştirebiliriz. Çocuklarımızın sadece bilişsel yönlerini beslemekle belki akademik olarak bir takım başarılar sağlamamız mümkün ancak onların a sosyal olmalarına, ruhsal ve duyuşsal bir takım problemler yaşamasından kurtulmamız mümkün değildir. Sadece bir alanla yoğunlaşmanız asıl fotoğrafı kaçırmanıza sebep olabilir. Yaşanmış şöyle bir olay anlatılır:
“Amerika-Meksika sınırında görevli bir polis, motosikletinin arkasında kum torbası olan ve Meksika’ya geçmek isteyen birini görmüş, motosikleti kullanan kişiden şüphelenince sorumuş:
“Ne var o kum torbasında?”
“Sadece kum var efendim.”
“Dök bakalım bir bakayım!”
Adam torbayı indirmiş ve torbayı yere dökmüş. Görevli polis memuru, bakmış evet aynen adamın dediği gibi sadece kum. Gel zaman git zaman bu motosikletli kişi sürekli Amerika-Meksika arası gidip geliyor ve kum torbası sürekli motosiklette ve her seferinde memur kontrol ediyor sonra bir şey bulamadığı için sinir oluyor ama yapacak bir şey yok. Günlerden bir gün bu memur emekliye ayrılıyor ve Meksika da yaşamaya başlıyor ve bir gün bir cafe de otururken birde ne görsün, sürekli sınırdan motosikletinin arkasında kum torbası ile geçen o şahıs. Onu yanına buyur ediyor ve başlıyor konuşmaya:
“Yıllarca o sınırda görev yaptım sürekli gelip gittin motosikletle. Hep şüphe ettim o kum torbasından fakat bir şey bulamadım. Ben şimdi görevli bir polis değilim sen de o işi yapan biri değilsin. Şimdi söyle bakalım ne kaçırıyordun o sınırdan?” Adam hafif bir gülümseme ile cevap vermiş:
“Motosiklet”
Kıssadan hisse alacak olursak kum torbası mesabesinde olan dersler, sınavlar, testler, derken motosiklet değerinde olan çocuklarımızın kişilik özelliklerini, davranışlarını, ruhsal ve duyuşsal yönlerini kaçırıyoruz. Eğitimdeki önceliklerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Ahmet Cevdet Paşanın Mecelledeki ifadesini bir daha hatırlayalım. “Def-i mefasid celb-i menafiden evladır.” Kötülüğü, zararlı şeyleri bertaraf etmek, menfaatli şeylerden önce gelir. Virüsten korunmak şu an için hastane yapmaktan nasıl önce geliyorsa çocuklarımızın bir takım değerlerle mücehhez olması da bilişsel gelişimlerinden önce gelir. Cemiyetin hastalıklı bünyesi birer virüstür. Tedavi edilmezse ortada ne başarı kalır ne de sağlam bir nesil. Öğrencilerimizin a sosyal olmaları, davranış problemleri yaşamaları, arkadaşlık ilişkilerinde menfaatin ön plana çıkması, okuluna ya da çevresine zarar vermesi, büyük-küçük tanımaması, narsist bir karaktere bürünmesi, mesuliyet duygusu taşımaması, milletine, devletine karşı aidiyet duygusun uzak olması ve bir takım ahlaki zafiyetler gibi virüslere karşı öncelikli olarak bir savunma mekanizması geliştirmemiz icap edecektir. Aksi halde yetiştirdiğimiz her bir fert toplumun başına bir bomba olup patlayacaktır. Nice iyi eğitim almış akademisyenin, bürokratın, avukatın, doktorun ya da başka bir meslek mensubunun karakter/ahlak eğitimden yoksun olduğuna şahit oluyoruz. Bu tipler sadece kendi geleceklerini değil toplumunda geleceğini karartmaktadırlar.
Aslında değerler eğitimi programlarımızda/müfredatımızda örtük/açık olarak verilmiş durumda. Ancak ihtiyaç hâsıl olmuş ki en son sayın bakanımız Ziya Selçuk başak/kök değerler üzerinde durmuş, öğretmenlerimizin bu noktada gereken hassasiyeti göstermesini istemiştir. Milli ve manevi değerlerine bağlı bir toplum inşa etmek istiyorsak değerlerimizin nasıl, niçin, ne şekilde, ne zaman ve ne kadar verileceğinin bir planlanmasının yapılması gerekir. Esasen okul öncesinden başlayarak değerlerimiz bütün eğitim kademelerinde sarmal bir yöntemle ve ölçülü bir şekilde verilmesi gerekir. Bu değerler mefkûresinin sadece kitabi bilgilerle sınırlı olmaması, yaparak yaşayarak verilmesi son derece önemlidir. Devir eski devir değildir. Zamanın ruhunu okumak diye bir şeyi gözden kaçırmamamız gerekir. Teknoloji çağında yaşıyorsak elbette ki öğretim metotlarımızı yeniden dizayn etmemiz icap edecektir. İstanbul’un fethini, Çanakkale’yi, Kurtuluş Savaşını, Sütçü İmamı, Nene Hatunu, ya da başka olay ve şahsiyetleri anlatıyorsak öncelikle o yerlere gezi yapmamız gerekir. Şayet bu mümkün değilse dijital ortamlara aktardığımız filmleri telefonlarımızda, bilgisayarlarımızda “Arttırılmış gerçeklik” diye tabir edilen programları akıllı gözlük marifetiyle seyretmemiz pekâlâ mümkün olabilir. Bugün artık pazarlamada, alış verişte, turizmde, inşaatta, emlak da, sinemada uygulanan bu ve benzeri programların eğitimde daha sık kullanılması gerekir. Fiyatı pekte uygun olan bu tür programlarla adeta o yerleri görmüş, gezmiş gibi oluruz. Bunları uygulamak için illaki eğitim sistemimizin değişmesini beklememize de gerek yok. Öğretmenlik masa başı bir memuriyet değildir. Kendi çabalarımızla sadece değerlerimizi değil derslerimizi de proaktif bir bakış açısıyla işlememiz mümkün. Örneğin üçgenin iç açıları, dikdörtgenin çevresi, dünyanın dönüşü, iklimlerin özellikleri gibi farklı ders konularımızı da bu tür programlarla işleyebiliriz.
Bugün dünyada Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) sonuçlarından dolayı eğitimde öncü olarak kabul edilen Finlandiya’daki eğitim sistemine baktığımızda Finli öğrencilerin elde ettiği bu başarının arkasındaki eğitim sisteminde öne çıkan dört ana faktörü görüyoruz. Bunlar “(1) öğretmen yetiştirme programı, (2) geleneksel okul yaşamı, (3) kültürel olarak öğretmenlik mesleğine bakış ve (4) hizmet içi öğretmen eğitimi.” [1]Bu başlıkları irdelemek ve Türkiye’deki eğitim sistemiyle karşılaştırmak ayrı bir yazım konusu. İnşallah nasip olursa diğer yazılarda projeksiyonumuzu bu noktalara çevireceğiz. Ancak geleneksel okul yaşamı başlığı ile ilgili birkaç misal vermek isterim. Yine aynı araştırmadan bir kesit. Bu düzenleme içinde, öğrenci evinden okula giderken özel bir üniforma giymemekte, okula girişte elbiselerini askılara asmakta, ayakkabılarını çıkarıp çoraplarıyla veya terlikleriyle sınıflara girmektedirler (Malaty, 2006). 15-25 arası öğrenciden oluşan sınıflar öğretim için uygun araç, gereç ve teknolojinin yansıra, öğrencilerin ellerini yıkamaları için lavabonun da bulunduğu oldukça sıcak ve temiz mekânlardır (Sahlberg, 2007). Öğretmenler için de belli bir giyinme biçimi olmayıp tamamen serbesttir. Öğretmenin öğrenciye karşı fiziksel ceza uygulaması hatta bağırması Fin eğitim sisteminde rastlanılmayan sıra dışı olaylardır (Malaty, 2006). Zorunlu temel eğitim boyunca, değerlendirme adına herhangi bir ulusal sınav veya yılsonu sınavı olmayıp, öğrenciler öğretmenin hazırladığı sorularla değerlendirilmektedir (Sahlberg, 2007). Bu yüzden öğretimin odağında öğrencileri test sınavlarına hazırlamaktan ziyade tamamen öğrenme vardır. (Berry & Sahlberg, 2006). Öğrencilerin farklı yeteneklerini ortaya koymalarını sağlamak amacıyla müzik, resim, beden eğitimi dersleri ve okulda özel olarak ayrılmış atölyelerde ağaç ve materyal işleme dersleri verilmektedir.”
Yine aynı ülke ile ilgili başka bir araştırmanın bahsimizle alakalı kısmına bakalım. [2] “Okullar birbirleriyle rekabet etmemektedir. Rekabet yerine dayanışma vardır… Okul alanı içerisinde her yerde internet bağlantısı mevcuttur ve müdür tarafından kontrol edilmektedir. Öğretmen, öğrenci serbestçe kullanmaktadır. Öğrencilerin yüzlerini gösteren fotoğraf çekilmesi ve paylaşılması yasaktır… Öğretmenler günde dört saatlerini ders anlatmaya, haftada iki saatlerini ise kendilerinin mesleki gelişimlerine ayırmaktadırlar. Günde sadece dört saat ders yapılmaktadır. Finli öğrencilere öğrenimlerinin ilk altı yılında hiçbir şekilde not verilmemekte ve sekizinci sınıfın sonuna kadar not verme zorunluluğu bulunmamaktadır. Öğrencilere 15 yaşlarına kadar test uygulanmamakta ve öğrenciler 16 yaşlarında iken ülke genelinde sınava girmektedirler… Finlandiya’da okullarda yemekhanelerde günün menüsü, içerdiği besin miktarı ve kalorisi yemekhane panosuna mutlaka yazılmaktadır. Burada ilginç olan tabaklarda kalan yiyeceklerin döküldüğü yerde duvara asılan bilgi notlarında çöpe dökülen yiyeceklerin gün gün gramajları da yazılmaktadır… Finlandiya’da kültürel değerlerin korunması için bu derslere özel önem verilmektedir. Örneğin, ev ekonomisi dersinde kız ve erkek öğrenciler hep birlikte geleneksel tarhana çorbası yapmaktadırlar. Değişecek yeni öğretim programlarında bu derslerin seçmeli değil zorunlu olacağı vurgulanmaktadır.”
Dolayısıyla ilkokulda test sınavlarını ötelemeleri onun yerine daha çok ifade ve beceri derslerine ağırlık vermeleri, ders yükünün az olması, uygulamaya dönük eğitim vermeleri, öğrenmeyi sadece dört duvarla sınırlı tutmamaları, öğretmenlerin öğrencileriyle birlikte örf ve adetlerine uygun geleneksel faaliyetlere katılmaları Finlandiya’nın akademik başarısını değil düşürmek daha da arttırdığı ortadadır.
Hâsılı algı yönetimiyle hayattaki önceliklerimizin değiştiği bu dünyada, bizler eğitimciler olarak gerçek önceliklerimizi belirleyecek ve oluşan bu algıya (sadece sınava, teste) teslim olmayacağız.
Devam edecek…
[1] Necatibey Eğitim Fakültesi Elektronik Fen ve Matematik Eğitimi Dergisi (EFMED) Cilt 3, Sayı 2, Aralık 2009, sayfa 238-248, Yrd.Doç. Dr. Ali ERASLAN
[2] Bütün öğrencilerin okulu Finlandiya okulları, Ayşenur ÖZDEMİR